T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
BURSA / YENİŞEHİR - Ertuğrul Gazi Anadolu Lisesi

Yabancı- Özeti ve Değerlendirmesi

gülperi

Gülperi ŞAHİN
Edebiyat Öğretmeni 

İnsan ve insanın iç dünyasına yabancı kalışının anlatıldığı eserde, dış dünyanın, eşyanın, tabiatın her şeyin ama her şeyin derin bir tasviri var. Camus, insan öğesini vurgularken sanki önceleri onu hep geri planda tutuyor. Dış dünya ayrı, insan ayrı.

Tasvirlerde zıtlıklar hâkim; kalabalıklar*yalnızlık, açık bir gökyüzü*karanlıklar, mutluluk*keder...

Kahraman, kalabalıklardan ve aydınlıklardan hoşlanmıyor ve bu da ruh haline-YABANCILAŞMA- uyuyor.

"Kalabalık ve aydınlık kaldırımlara böyle baka baka gözlerimin yorulduğunu hissettim." (syf:28)

Meursault, soyadlı kahramanın adının olmaması da yabancı kavramına uygun ve akıllara "yabancı kimdir?" ve "biz, bize ya da biz, topluma ne kadar yabancıyız?" sorusunu getiriyor.

Meursault, yalnız bir kişi ve çevresindeki herkes yine onun gibi yalnız. Annesi, komşu Raymond, ihtiyar Salamano ve onun köpeği.

Meursault'un bir felsefesi var;

Hayat ne yaparsak yapalım geçecek ve ölüm her insanı bulacak. Hayatın sonunun geleceği gerçeği kabullenilmelidir. Buna bağlı olarak da her şey, hayat anlamsız ve boştur.

Dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Yorucu, bezdirici... Hayat yaşamaya değmez. Bize kendi yaşamının yorucu, bezdirici, anlamsız olduğunu anlatan Meursault ayrıca diğer kişilerin yaşamlarının da anlamsız olduğu sıkıntısını adeta yaşatır.

Bir tesadüf ve beklenmeyen sonrası öldürdüğü bir Arap ve sorgulamalar...

Mekân tasvirleri ve fiziksel portreler... Ve tüm ayrıntıları aktarırken Meursault hem olayların tam merkezinde hem de çok dışındadır. Bundan sonra yaşayacakları şekillenirken o, kayıtsız ve olayların olağan olduğunu düşünür gibi. Sanki sırlı bir perdenin arkasından kendisine ve yaşanılanlara bakıyor gibidir.

"Sanık sandalyesinde otururken bile insanın kendisinden bahsedilişini işitmesi daima ilgi çeken bir şey oluyor." (syf:90) cümlesi Meursault'un kendi hayatına dışarıdan baktığının bir kanıtıdır bana göre.

Aynı sayfanın bir başka bölümünde ise, "O zaman avukatım, " Siz susun, davanız için böylesi daha iyi."diyordu. Yani, bu davanın benim dışımda görülür gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim, bana fikir sorulmadan belirleniyordu."diyen kahraman, kendine yabancılaşan dünyasının, bu yabancılaşmadaki dış faktörlerine de dikkat çekiyor.

Dava görülürken avukatın sarf ettiği birkaç cümle dikkat çekicidir. " Şu davanın haline bakın, Her şey doğru, hiçbir şey doğru değil!"

Hayat da böyle değil mi? Her şey doğru hiçbir şey doğru değil. Bazılarımıza doğru gelen, diğerlerinin yanlışı.-Kim suçlu? Meursaul mu, Raymond mu, güneş mi?-

 

Kendisine başkalarının da yardımıyla dışarıdan bakan kahraman syf: 92 de savcı için şöyle diyor: "Ruhunu mercek altına aldığını ve hiçbir şey bulamadığını söylüyordu, işte böyle sayın jüri üyeleri. Aslında, bende ruhtan eser yokmuş, insanlıktan da, hatta insan kalbini esirgeyen ahlak kurallarının birine bile sahip değilmişim.

Bu saptamalar da onun, hiç de bu noktada olmadığını, toplumun toptancı değer yargılarına bir başkaldırış olduğunu görmek mümkün. Toplunun erdem, ahlak, ruh dediği nedir?  sorusunu tartışmaya açıyor Meursaul.

 

Meursault; kimilerine göre gözlemci, duyarsız, taş kalpli, üşengeç, hayatı derinlemesine düşünmeyen hasta ruhlu kimsedir. Hangisi doğru? İşte bunu düşündük bu kitapta.

 

Kitap akıp giderken sorgulama avukatının savunma yaptığı bir bölümde;

"Bana, avukatımın savunması hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Ama yine de, bir ara kulak kabarttım: "Evet, öldürdüğüm doğrudur,"dediğini duydum. Sonra aynı tonda devam ediyor ve benden söz ederken her seferinde, ´ben´ diye konuşuyordu. Hayretten donakalmıştım. Jandarmalardan birinin kulağına eğildim ve nedenini sordum. Bana, "Sus!" dedi ve biraz sonra, "Bütün avukatlar böyle yapar," diye ekledi. Düşündüm: bu, beni konudan uzak tutmak, hiçe saymak, bir bakıma da benim yerimi almak demekti. Ama ben, sanırım, bu mahkeme salonunun çok uzaklarındaydım. Zaten, avukatım bana pek gülünç geliyordu." diyen Meurcault aşinalık ile yabancılık zıtlığına dikkat çekiyor. "BEN" kavramından uzaklaştığını hisseden kahramana bu durum gülünç gelmektedir.

 

Hayatında hiçbir şeyi umursamayan Meurcault syf:95'te şöyle diyor:

Son olarak, avukatım habire konuşurken, dondurmacının sokaktan ve bütün mahkeme salonlarından geçip gelen mızıka sesinin kulaklarımda çınladığını anımsıyorum. Yalnız, artık benim olmayan, ama sevinçlerimin en yalınından en süreklisine kadar hepsini, yaz mevsiminin kokularını, sevdiğim mahalleyi, akşamleyin gökyüzünü, Marie´nin gülüşlerini, elbiselerini hep birden içine alan bir yaşamın anıları, bir bir üzerime üşüştü. Oralarda yararsız neler yapmışsam, hepsi gelip boğazımı tıkadı, içimden yalnız bir şey için acele etmek geliyordu: şu işi bir bitirsinler de kapağı hücreme atıp uykuya dalıvereyim, istiyordum.

Bu bölüme kadar kabullenişi hayatının her evresine yayan kahramanımız, hatıralarının sayfalarını bir bir çevirirken, son sayfaya gelmeden yine her şeyden kaçarak uykuya sığınmayı diliyor.

Kitabın sonuna yaklaşıldığında, ölümü hep normal gören Meurcault, ölümüne tanıklık edecek giyotine karşıdır. " .....makine her şeyi ezmekteydi:İnsan biraz utanç ve büyük bir kesinlikle,adeta gizlice öldürülüyordu.-Fütürizm karşıtlığı-

En baştan beri ölüme ve hayata nesnel bakan Meurcault, "Anacığım sık sık, "İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olmaz," der dururdu. Gökyüzü elvan elvan renklere boyanıp da, yeni bir günışığı hücreme sızıverince, ona hak veriyordum." diyerek ölümü istemediğini ve öteleme arzusunda olduğunu hissettiriyor bize. İdam için gelinmeyen her şafak vaktini "24 saat kazanmak" olarak değerlendirmektedir kahramanımız.

Son bölümü bir başka çevirmen Vedat Günyol'dan tekrar okudum ve daha çarpıcı, birçok sorumuza da cevap buldum bu çeviride.

Meurcault'un yaşadıkları ne tasadüfler, ne üşengeçliği... ne de diğerleridir. O tüm adımlarını isteyerek atmıştır, kendisinden çok emindir. Kendi doğrularını yaşayan Meurcault, diğerlerinin de kendisi kadar suçlu olduğuna ve herkesin ayrı ayrı değerine inanır.

 

           

"O zaman, bilmiyorum niçin, içimde bir şeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım, içimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim.

Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. Daha önce de, bu anda da haklı olan bendim ve her zaman da haklı olmuştum. Şöyle yaşamıştım, böyle yaşayabilirdim. Şunu yapmış, bunu yapmamıştım. Filan şeyi yapmadımsa, falan şeyi yapmıştım. Peki, sonra? Sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı çıkarmak için bu dakikayı, şu şafak vaktini beklemiştim. Hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu da biliyordum. O da biliyordu. Geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. Başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim? Başkasının Tanrısından bana neydi? Başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi? Değil mi ki, bir tek yazgı, beni ve benimle birlikte, onun gibi bana "Kardeşim," diyen bir sürü ayrıcalıklıyı seçecekti! Anlıyor muydu acaba, anlıyor muydu ki herkes ayrıcalıklıydı. Zaten yalnız ayrıcalıklar vardı. Ötekileri de bir gün mahkûm edeceklerdi. Kendisi de yargıyı yiyecekti. Adam öldürmekle suçlandırılıp anasının cenazesinde ağlamadı diye idam edilseydi ne önemi olurdu bunun. Bence Salamano´nun köpeği de karısı kadar değerliydi. O ufak tefek otomat kadın da, Masson´un evlendiği Parisli kadın kadar, ya da benimle evlenmek isteyen Marie kadar suçluydu. Raymond, Celeste kadar dostum olmuş, Celeste, Raymond´dan daha değerliymiş, değilmiş ne önemi vardı? Marie, bugün dudaklarını bir başka Meursault´ya verdiyse, bundan ne çıkardı? Anlıyor muydu ki, bu hükümlü... geleceğimin ta derinlerinden...

Bütün bunları bağıra bağıra söylerken neredeyse tıkanıyordum."

Meurcault, suçludur, çünkü o bir katildir. Ama onun sonunu hazırlayan bir can alması değildir. Diğerleriyle aynı değer yargılarına inanmadığı, herkes gibi yaşamadığı için idam edilecektir. Bizim gibi olmadıkları ya da düşünmedikleri için her gün birilerini idam etmiyor muyuz?

Evet, Meurcault, kendi doğrularını ve değer yargılarını yaşamış ve başkalarının değer yargılarına kurban edilmiştir. Ve o,bütün bunları önemsemez bir biçimde –belki de kabullenişle-ölümünü beklemektedir.

 

 

GÜLPERİ ŞAHİN

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENİ

 

23.01.2014

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 25.01.2014 - Güncelleme: 01.05.2020 23:52 - Görüntülenme: 4215
  Beğen | 5  kişi beğendi