T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
BURSA / YENİŞEHİR - Ertuğrul Gazi Anadolu Lisesi

Zen Ve Motosiklet Bakım Sanatı

okuma

murat
Mehmet Murat Güven
Edebiyat Öğretmeni 

Zen Ve Motosiklet Bakım Sanatı

Değerlerin Sorgulanması 

Üzerine Bir Değerlendirme

                Benim öğrencilerime sık sık verdiğim bir örnek var. Bir evin mutfağında işler, yolundaysa, anne iyi bir aşçıysa evde yemek konusundaki tek sohbet o akşam evde hangi yemeğin olduğudur. Ancak yemekler iyi değilse evdeki her birey bir parça aşçı olur. Anneye tarifler bulunur, olmadı mutfağa girilir ve yemek yapmaya çalışılır. Ülkeler de böyle. Bir ülkede idareciler işlerini iyi yapamadı mı her köşe başında bir başbakana, bir maliye ya da eğitim bakanına rastlarsınız.

                Ya işlerin yolunda gitmediği yer Dünyaysa? Dünyanın yaşanmaz bir çöplük haline geldiği algısı yaygınlaşmışsa? Hızla bir felakete doğru sürüklendiğimiz tezi akşam sabah bin türlü komplo teorisiyle savunuluyorsa?

               O zaman doğal olarak düşünen kafalar bu gidişi durdurmanın, dünyayı değiştirmenin yollarını arar.

               Bugüne kadar bu konuda okuduklarım genelde ya akılcı birtakım çözümler ileri sürüyor ya da romantik bir anlayışla her şeyden uzaklaşıp Nirvana'ya ulaşıyorlardı.

               Rober Maynard Pirsig problemi şu cümleyle tespit ediyor" Bugün ortak bilincimizin akıntısı kendi kıyılarını bozuyor." Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı farklı bir bakış açısıyla klasik(akılcı-nesnel) anlayışla romantik(öznel) anlayışı bir araya getirmenin yollarını arıyor. Hatta biraz daha ileri giderek Dünyayı özneler-Nesneler olarak ikiye ayıran klasik akılcı anlayışı(İkici anlayış) tüm problemlerin kaynağı olarak gösterip öznenin ve nesnenin yaratıcısı olarak gördüğü Nitelik'i üçüncü bir anlayış olarak ortaya koyuyor.

               Akılcılıktan ödün vermeden de romantik olmanın yolunu "nitelikli olmak" biçiminde açıklıyor. 

               150 ve üstü dâhi kabul edilen IQ testinden 9 yaşında 170 alan Robert M. Pirsig 1974 yılında yazdığı bu otobiyografik-felsefi romanda birbirinin üzerine inşa ettiği iki kitapta, ikiye bölünmüş bir kişiliği (adeta iki ayrı kişiyi), motosiklet üzerinde yolculuk eden iki kişiyi, her birinin üzerinde iki kişinin olduğu iki motosikleti anlatır. Yani" ikici bir dünya" yaratıp romanıyla buna üçüncüyü, niteliği katmaya çalışır. Romanda Phaedrus'un ağır şizofreni ve depresyonla sonuçlanan düşünsel öyküsünü, adı söylenmeden yazarın oğlu Chris ile birlikte yaptığı ve Amerika'yı Doğudan Batıya boydan boya geçtikleri ve on yedi gün süren yolculuklarını, bu yolculuk sırasında yazarın Phaedrus'un başlattığı nitelik tartışmasını bir sonuca bağlayışını, Chris'i ve tabii yolculuk boyunca gördüğü ve romanın sonunda biten rüyasını okuruz.

               Yol arkadaşı John Sutherland ve Slviya birer roman karakteri olmaktan çok uzaktır. Gerçek isimleriyle yazdığı Sutherland'lar yazarın motosikletini tamir etme merakını alışılmadık bir davranış olarak görüp yadırgarlar. Yazar bu durumu "Alışılmadık davranışlar öteki insanlarda yabancılaşma yaratma eğilimdedir ki bu yabancılaşma da alışılmadık davranışları artırır. Diye anlatır ve bu romanı yazmasının kendi tabiriyle Chautauqua'sının sebebi Sutherland'ların teknoljiden kaçışları olduğunu söyler. Pirsig'e göre Buda'nın motosiklet transmisyon dişlilerinde oturmadığını düşünmek Buda'yı küçültmektir.
               1958 yılında profesör olan Pirsig 1961 yılında paranoid şizofreni ve klinik depresyon teşhisiyle hastahaneye yatıp  birçok kez elektrokonvülsif tedavi görmüş. Yazar bu duruma gelişinin öyküsünü sanki o kişi bir başkasıymış gibi Phaedrus ismiyle anlatır. Oğluyla çıktığı bu uzun gezide aslında geçmiş yaşantısının ayak izlerini takip eder. Platon'un yarattığı bu kişi karanlık yönleri, yazının oluşumu ve özellikleri ile ruhun ölümsüzlüğü üzerine düşünceler öne sürer. Tüm bu yönleri üniversitede retorik öğreten Pirsig'in Phaedrus'u öteki Ben'i anlatmak için neden seçtiğini açıklar. Ayrıca ben yazarın hastalığın tekrarlaması riskine karşılık bu tedbiri aldığını da düşünüyorum. Chris ile dağın zirvesine ulaştıklarında "...tüm bu eski yerlerin stresinin bende dün gece açığa çıkan kötü bir etki yarattığını gösteriyor gibi. Olabildiğince çabuk, buralardan çekip gitmek istiyorum...Eğer o oradaysa Allah bilir hangi biçimde bir psişik varlık, bir hayalet, bir Droppelgânger(yaşayan birkişinin eşruhunu taşıdığı düşünülen ve yalnız o kişiye görülen hayalet) bizi orada bekliyor...daha çok bekleyecek.Çok" (s.213) ifadeleri bu korkuyu çok net biçimde ortaya koyar.

               Pirsig tüm bunların yanında müthiş bir dikkatle yaşadığı çağın hemen bütün temel meselelerine başarıyla değinir. Oğluyla birlikte yaşadığı tüm bu kişisel deneyimlerinin yanında onun esas derdi uluslardır. İnsanlardır. II. Bölümün hemen başında bu konuyu şöyle ele alır: "Saldırı sonuçlara olduğu sürece hiçbir değişim olanaklı değildir. Nedenlere saldırmak gereklidir. Nedenler sistemdir, akılcılıktır....Sistematik bir hükümet devrimle yıkılır ama o hükümeti üreten sistematik düşünce kalıpları sağlam kalırsa yeni hükümetler ürer."

               Pirsig sadece düşünce üreten biri değil. Öncelikle akılcı anlayışın problemleri nasıl ele aldığını anlatır. Mantık, tümevarım, tümdengelim, hipotezlerin oluşturulması gibi tüm formel bilimsel yöntemleri didik eder. Einstein şu sözünü alarak tezini şekillendirmeye başlar. İnsan kişisel deneyimin dar girdaplarında bulamadığı sükût ve huzuru kendi yarattığı basit dünyadan oluşan kozmosunu inşa etmeye çalışır. Bunun yolu evrensel temel yasalara ulaşmaktır. Bu yasalara mantıksal yolla değil sezgiyle ulaşılır."

               Pirsig bunun ardından akılcılığı topa tutar. Ona göre hipotezler sonsuz sayıdadır, biz sadece bazılarını seçeriz. Bilimsel hakikat dogma değildir, değişir. Bilimsel yöntemleri kullanarak değişmez hakikate varmak için uğraştıkça hakikatten uzaklaşırsınız. Akılcı bilgi toplumsal kaosun düşüncelerdeki ve değerlerdeki belirsizliğin baş yaratıcısı bilimdir. Yiyecek, giyecek, barınma ihtiyacı akılcılığı doğurdu. Bu ihtiyaçların birinci sırada olmadığı toplumlarda akılcılık duygusal yönden sahte, estetik yönden anlamsız, ruhsal yönden boştur.

               Bu aşamadan sonra "Hakikat nedir? Biz bir şeyi nasıl biliriz? Bilen bir ben ya da ruh var mıdır? Gerçek değişir mi? Yoksa değişmez mi?" gibi sorularla Einstein'in sezgi ile düşüncelerini Kant'ın "Gerçekliğin duyulardan sağlanamayan yönü önsel bilgidir.(Önsezi- Örnek zaman sezgidir.)" düşüncesiyle pekiştirir. Pirsig(Phedrus) nesnelere algılama öncesinde uzay ve zaman önseli uygulandığını, önsel kavramların kökeninde ise insan doğasının yattığını anlatmaya çalışır. Phaedrusun klasik ve romantik anlayışları birleştirme çabasını "Bunun sonucunda dünya hakkında doyurucu bir kavrayışa ulaşmak olanağı yeniden doğmuştur" şeklinde değerlendirir.

               Yazar zaman zaman eseri üzerinde de konuşur ve "Ben bir Chautauqua söylevcisi değil de bir romancı olsaydım..." biçiminde eserle ilgili tespitlerde bulunur. Kendisini daha çok bir mühendislik yazarı olarak görür. Zaman zaman çeşitli makinelerin kullanma kılavuzlarını hazırladığından bahseder ve sık sık bu kılavuzları örneklerinde kullanır.

               Bir retorik öğretmeni olarak eğitim sistemine yönelik tespitlerde bulunur. Bir eğitimci olarak burada anlattıklarına aynen katıldığımı söyleyebilirim. Bununla ilgili "Her öğretmenin kendisine en çok benzeyen öğrencilere not verme eğilimi vardır." Diyerek konuya girer.

               Yazar düşünce dünyasının derinliklerine yaptığı bu yolculuğun paralelinde motosikletinin üzerinde oğlu Chris ve arkadaşları John ve Slvia ile yaptığı yolculuğu da anlatır. Aslına bakarsanız düşüncelerini bu yolculuğa yüklemiş gibidir. Ovalar, dağlar, kasabalar, çöller aslında yazarın düşünce dünyasının adeta basamaklarıdır. Chris bazen sırtında taşıdığı bir yük bazen de sırtını yasladığı gerçekliktir. Onunla ilişkisi sorunludur. Chris babasının hastalığı, ailenin yaşadıklarından olumsuz etkilenmiş, psikolojik destek almaktadır. Sık sık şikayet ettiği karın ağrıları psikolojik nedenlere dayanmaktadır. Ruh hastalığı başlangıç semptomları tanısı konmuştur. Chris'in ruh hali yolculuk boyunca sürekli değişir. Sık sık tartışırlar.

               Bozeman'a geldiklerinde Pirsig anıları ve eski arkadaşı DeWeese'le yeniden karşılaşır. Bu arada Pirsig hızlı bir biçimde yaşam öyküsünden kesitler aktarır. Hindistan macerasını ve burada tanıştığı "Zen" düşüncesini anlatır. Kendi deyimiyle bunlar ona ilginç gelmiş ancak fazla etkilememiştir. Kendi cümleleri ile  "Ampirik bir bilim adamı olarak gittiğim Hindistan'dan yine ampirik bir bilim adamı olarak dönmüştüm." Hindistan dönüşü Nevada ve Meksika'da yaşar. Gazeteci, bilim yazarı, endüstriyel reklam yazarı olarak çalışır. İki çocuğu olur. (Chris 1954-Thedore 1958- Romanda Theodore'den hiç bahsetmez.) Kısa hikayeler yazdı.

               Bozeman'da bir eğitim fakültesinde çalışır. Bu dönemi şöyle anlatır. Burada sadece öğretirsiniz. Araştırma için zaman yoktur. Düşünmek için zaman yoktur. Dış olaylara katılmak için zaman yoktur. Zekanız söner, yaratıcılığınız körlenir. Aynı şeyleri anlatan otomatik bir makine olursunuz. Sizi sönük bulan öğrenci size karşı sayısını yitirir"

               Okulu "Akıl Kilisesi" ne benzetir. Akıl Kilisesi hakkında uzun bir metin yazdı. Burada: "Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Gerçek üniversite zihinsel bir durumdur. Mala mülke sahip değildir., ücret ödemez ve maddi bir aidat almaz. Yüzyıllardır sürüp bize dek gelmiş ve herhangi belli bir yeri olmayan büyük akılcı düşünce mirasıdır. Gerçek üniversite aklın kendisinin sürüp gitmesinden başka bir şey değildir." diyordu.

               Bir de aynı adla anılan ama aslında bambaşka olan başka bir üniversiteden bahseder Pirsig. "Devletin kâr amacı gütmeyen bir şirketi, belli adresi olan dalıdır. Malı-mülkü vardır. Ücret ödeyebilir, para alabilir ve parlamentodan gelen baskılara boyun eğer.(yanıt verebilir) Bu ikinci üniversite bilgiyi öğretemez ya da düşünce geliştiremez. Gerçek üniversite değildir. Sadece gerçek üniversite için bir ortam, bir yerdir." Bunu anlamayanlar der Pirsig "binaları kontrol etmenin gerçek üniversiteyi kontrol etmek olduğunu sanırlar. Profesörleri emirleri karşılık vermeden uygulayacak ücretliler olarak görürüler." Bunu kilise ve bina benzetmeleriyle anlatılır. Üniversitelerin kendilerine fon sağlayan güçlerin kontrolüne girmelerinin tehlikelerinden bahseder. "Nasıl bir kilisede rahip kendini öncelikle Tanrı'ya karşı sorumlu hissederse üniversitede de profesörler kendilerini akla karşı sorumlu hissetmeli ve baskılara boyun eğmemeli" der.

               Pirsig tüm bunları Phaedrus'un ders notlarından okuduğunu söyler. Phaedrus artık İnsanlık için bir kriz haline gelen şu soruyu sorar. "Teknoloji insan ruhundan kopuk, kör, çirkin şeyler yaratıyor. İnsanoğlu yiyecek, giyecek barınma için buna katlanıyordu. Artık şu soruyu soruyor "Biz maddi gereksinimlerin karşılanması için bu ruhsal ve estetiksel sorunları çekecek miyiz?"

               "Krizin nedeni var olan düşünce biçimlerinin sorunun çözümünde yetersiz kalmasıdır. Akılcılıkla sorun çözülemez. Çünkü bizatihi sorunun kaynağı akılcılıktır. Ondan vaz da geçemeyiz. Akılcılığın doğasını bir çözüme ulaşabilecek şekilde genişletmek gerekli. Bu değişim dallarda değil köklerde olmalıdır."

               "Gerçek bilim engellere takılmakla başlar. Rönesans Colomb'un Amerika'yı keşfinden sonra yaşanan karmaşıklıktan doğmuştur. Bugünün aklı orta çağın "dünya düzdür" diyen aklına benziyor. Farklı düşünmek, ötesine geçmek delilik kabul ediliyor. Klasik akıl, analitik, diyalektik akıl soyut sanat karşısında iflas etmiştir."

               Bu arada Pirsig'le DeWeese arasında şöyle bir konuşma geçer. DeWeese:

-        Çok değişmişsin

-        Ben hiç aynı kişi değilim.

Daha ileri sayfalarda bu konuşma şöyle devam eder. Pirsig:

-        Buraya en son geldiğimde Akıl Kilisesi hakkında çok konuşmuş muydum?

-        Evet o konuda çok şey söyledin.

-        Phaedrus adlı birinden hiç söz ettim mi?

-        Hayır.  Kimdir o diye soruyor Gennie Pirsig.

-        Eski Greklerden biri...bir retorikçi...zamanın eşsiz kompozisyon ustası. Aklın icat edildiği sıralarda yaşamış.

Bu konuşmalar bize Phaedrus ve Pirsig arasındaki ilişkiyi ve yazarın neden Phedrus'u kullandığını net biçimde açıklıyor. Phaedrus Batı dünyasının ilk öğretmenlerinden ve niteliği ön planda tutan retorikçilerdendir.

               Üst üste bu tespitleri yapan Phaedrus Pirsig'e göre psişik bir girdap yaratmıştır. Bu girdap Sarah isimli bir kadının "Dilerim öğrencilerine Nitelik konusunu öğretiyorsundur" cümlesiyle bir depresyona dönüşür. Phaedrus'u depresyona sokan diğer bir sebep de retoriğin katı kurallarıydı. Ve Phaedrus nitelik üzerine düşünmeye başlar. "Bu Allah'ın belası Nitelik nedir? Nedir?" sorusuyla II. Bölüm biter.

               Yazar okulla ilgili tespitlerine bu bölümde de devam eder. Amacı Niteli ortaya çıkarmak, buldurmaktır. Şöyle der: "Okul size taklit etmeyi öğretir." Bu arada not sisteminin olmadığı, öğrencilerin sadece öğrenmeye odaklandığı bir sistemi oluşturmaya çalışır. Onun bu çabasına bir öğrencisi "Not ve sınıf geçme sistemini elbette kaldıramazsınız. Çünkü biz bunun için buradayız." Yazar şunu savunmaktadır. Not ve sınıf geçme sistemi kaldırıldığında öğrenme isteği duymayan öğrenciler çalışmayı bırakacağından okuldan ayrılmak zorunda kalacaklar. Belki bir meslek lisesine geçip sonra o meslekte ilerleyebilmek için ihtiyaç duydukları akademik bilgiyi almak için tekrar okula döneceklerdi. Ancak yeniden okula dönen bu öğrenciler bu sefer not için değil öğrenmek için geleceklerdi.

               Klasik eğitim anlayışını da şu sözlerle eleştirir: "Uygarlık arabasının katırlar tarafından çekildiğini düşünüyorsanız bu yaygın, profesyonel bina görüşüdür. Kilise tavrı değildir. Kilise anlayışı uygarlığa katırların değil özgür insanların hizmet etmesini gerektirir. Not ve sınıf geçme sisteminin değişmesi katırları özgür insanlara dönüştürme isteğidir."s171 Pirsig'e göre notlar öğretim hatalarını gizler.

               Tüm bu çalışmaların sonucunda öğrenciler arasında bu sistemi oylar. İyi ve orta düzeydeki öğrenciler büyük oranda notun ve sınıf geçmenin olmadığı bir sisteme destek verirken, düşük düzeydeki öğrenciler sisteme tamamen karşı çıktılar. Bu durumu Pirsig şöyle yorumlar: "Not peşinde en az koşanlar ötekilerden daha zeki ve daha aklı başında olanlardı, çünkü büyük olasılıkla bunlar işlenen konuyla daha çok ilgiliydiler; öte yandan not peşinde en çok koşanlar kalın kafalı ve tembel öğrencilerdi, çünkü büyük olasılıkla not bunlara, işi idare edip edemediklerini haber veriyordu."

Phaedrus bu çalışmasını bilimsel anlamda yeterli görmez. "Notları saklamaktaki gerçek amaç, onları gerçekten doğru yanıtı alabilecekleri tek yere, kendi içlerine bakmaya zorlamaktı". Ancak yaptığı çalışmalar öğrenciler arasında bir bilinmezlik, belirsizlik yaratır ve bir kız öğrenci kriz geçirir. Yazar bunu" Phaedrus Otoriter, didaktik eğitim tuzağına düşmeden çalışmaları gerektiğini onlara anlatabilmeyi olanaklı kılacak bir yöntem bulamadı." biçiminde anlatır.

Chris'le dağa tırmanırken sürekli sorunlar, çatışmalar yaşar. Aslında bu tırmanışı yıllar önce Phaedrus depresyona girdikten sonra karısıyla yapmıştır. Yazar bu dağ yolculuğunu zihnin derinliklerine ya da zirvelerine yaptığı gezintilerle bir anlatır. Chris'e dağa nasıl tırmanacağını inceden inceye anlattığı bölümler aslında düşüncenin sınırlarında nasıl gezilebileceğinin işaretleridir. "Dağa çıkarken olabildiğince en az çabayla ve hevessiz davranmak gerekir. Hızınızı kendi doğanızın gerçeği belirlemeli. Yerinizde duramıyorsanız hızlanın. Soluğunuz kesilirse yavaşlayın. Dağa, yerinde duramamakla bitip tükenmek arasındaki denge durumuna göre tırmanın. İlerileri artık düşünmez olduğunuzda her adım yalnızca sizi sonuca götüren bir araç değil, eşsiz bir olaydır. Bu yaprağın kenarları dişli. Bu kaya sağlam görünmüyor. Daha yakın olmasına karşın, buradan kar daha az görünüyor. Bunlar dikkat etmeniz gereken şeyler. Yalnızca, ilerdeki bir hedef için yaşamak, sığ bir şeydir. Yaşamı dağın tepesi değil, eğimleri ayakta tutar. Her şeyin büyüdüğü yerdir burası. Ama elbette, tepe olmadan eğimler de olmaz. Eğimleri tanımlayan tepedir."

Zaten bu tespitlerin hemen ardından Pirsig düşünmeyle ilgili:"Düşünmek televizyon seyretmekten öylesine daha ilginçtir ki daha çok kişinin düşünmeyi tercih etmemesi utanç verici." Diyerek yukarıdaki mecazı(metaforu) tamamlar.

Sonrasında öğrencilerine Phaedrus'un, "Düşünce ve anlatımda nitelik nedir?" konulu bir ödev verir. Ancak öğrenciler "Niteliğin ne olduğunu nasıl bilebiliriz ki biz? Bunu sizin bize anlatmanız gerekir!" deyince Phaedrus bunun üzerine onlara, bunun yanıtını kendisinin de bulamadığını ve öğrenmek istediğini söyler ve ardından niteliğin tanımlanamaz olduğunu (bu tanımın bilimsel olmadığının farkındadır) çünkü niteliği herkesin bildiğini söyler. Bu noktadan sonra Phaedrus uzun uzun öğrencilerine niteliği aslında bildiklerini çeşitli uygulamalarla anlatmaya çalışır. Pirsig bu noktada Phaedrus'un aslında nereye gittiği konusunda bir fikri olmadığını Cromwell'in ""Kimse, nereye gittiğini bilmeyen kişi kadar yükseklere çıkamaz!" sözüyle anlatır.  Phaedrus'un "akıl kilisesi "ne karşı sorumlulukları vardı. Pirsig bunu:"kilise yaklaşımı asla bir öğretmenin, hiçbir sorumluluk duymadan aklına gelen her şeyi zırvalamasına izin vermezdi. Kilise yaklaşımında, siyasi iktidarın putlarına değil Akıl Tanrısına hesap vermek gerekirdi. Yani "akıl kilisesi" eninde sonunda ondan bir tanım yapmasını isteyecekti. Çünkü "Tanımlamalar aklın temeliydi. Onlar olmadan akıl yürütemezdiniz." Phaedrus'a göre bunun yanıtı kendisine gerçekçilik diyen bir felsefe okuluna ait eski bir yanıttı. "Bir şey," diyordu, "eğer dünya onsuz normal işlevini yapamıyorsa, vardır. Tanımlansa da, tanımlanmasa da, Nitelik olmayınca dünyanın işlevinin anormal olacağım kanıtlayabiliyorsak Niteliğin de var olduğunu kanıtlamış oluruz."

Bunun üzerine Phaedrus bildiğimiz biçimiyle dünyanın betimlenmesinden Niteliği çıkardı. "Sanatta iyi ile kötüyü birbirinden ayıramıyorsanız bunlar yok olur. Yağlıboya bir tabloyu duvara asmamız, çıplak duvar da onun kadar güzel duruyorsa anlamsızdır. Müziğin kaydından kaynaklanan gacırtılar ya da seslendirme aygıtının uğultusu da kulağa aynı şekilde iyi geliyorsa senfoniler anlamsızdır. Şiir yok olacaktı, çünkü nadiren bir anlam taşıyordu ve pratik bir değeri yoktu. Ve ilginç olan, komedi de yok olacaktı. Esprileri kimse anlamayacaktı, çünkü mizah olanla mizah olmayan arasındaki fark, saf Nitelikti. Ondan sonra sporu yok etti. Futbol, beysbol, her tür maç yok oldu. Maç skorları artık anlamlı bir şeyin ölçümü değil, ama çakıl yığınındaki taşların sayısı gibi boş rakamlardı. Kim ilgilenecekti bunlarla? Kim oynayacaktı? Sonra Niteliği ticari alandan çıkardı ve olacakları kestirdi. Tat niteliği anlamsız olacağından süpermarketler yalnızca pirinç, mısır, soya fasulyesi gibi temel tahıllar ve un, belki de kalitesiz et, sütten kesilmiş bebekler için süt ve yetersizlikleri düzeltmek için vitamin ve mineral hapları satacaktı. Alkollü içkiler, çay, kahve, tütün yok olacaktı. Sinemalar, danslar, tiyatrolar ve dans partileri de öyle. Hepimiz kamu ulaşım araçlarını kullanacaktık. Herkes asker postalı giyecekti.

Niteliği çıkarmakla bu terimin, varlığını bilmediği öneminin büyüklüğünü açığa çıkarmış olduğuydu. Dünya onsuz işlevini sürdürebiliyordu, ama yaşam öyle tatsızlaşıyordu ki neredeyse yaşamaya değer bir yanı kalmıyordu. Yani yaşamaya değmez oluyordu. Nitelik çıkarıldığında dünyanın normal işlevini sürdürmeyeceği açıkça görüldüğüne göre, tanımlansa da tanımlanmasa da Nitelik vardı."

Phaedrus niteliği çıkarttığınızda geriye "hamahlatlık"ın kaldığını söyler.(zencilerin lafı. Onlar akılla ilgili her şeyi böyle adlandırıyorlar ve bunlarla ilgilenmek istemiyorlardı.)

Phaedrus, garip bir tür entelektüel intihara kalkışmış olduğunun farkına varmaya başlayarak şöyle yazmıştı: "Hamahlatlığın kısa, ama yine de etraflı bir tanımı; niteliği, entelektüel yönden tanımlanmadıkça, yani parça parça edilip sözcüklere dökülmedikçe anlayamamaktır denebilir... Niteliğin, tanımlanamamasına karşın var olduğunu kanıtladık. Onun varlığı sınıfta ampirik olarak görülebilir; o olmadan dünyanın, bildiğimiz haliyle var olamayacağı gösterilerek mantıksal olarak kanıtlanabilir. Geriye kalan, analiz edilecek şey nitelik değil de bazen onu görmemize engel olan, 'hamahlatlık' denen o garip düşünce alışkanlıklarıdır."

Romandaki bu düşünce yolculuğu devam ederken yazarın Chris'le de dağa tırmanışı, tartışmaları, çekişmeleri devam etmektedir. Yazarın zirveye yaklaştıkça Chris'e karşı sabrının tükendiğini, Chris'in ise huysuzluklarının arttığını görüyoruz. Bu artan yorgunluktan olduğu gibi yazarın Phaedrus'un izinden düşünce dünyasında yaptığı yolculukta da zirveye doğru yaklaşmakta olmasının etkisi vardı.

"Yeniden otların üzerine oturuyorum ve yeniden dinleniyorum. İkimizi de bozguna uğratan şey yanıtlarımız olması değil galiba. İlerlemek istemiyorum, çünkü ileride bir yanıt var gibi görünmüyor. Geride de öyle. Yalnızca yana kayma. İkimizin arasındaki şey bu. Bir şeyi bekleyerek yana kayma." Pirsig bu noktada oğlunun sırt çantasındaki ağırlıkları kendi sırt çantasına aktarır. Bu Chris'in ruhsal durumunu iyileştirir.

Burada Pirsig'in biyografisindeki bir ayrıntıdan bahsetmek istiyorum. Pirsig Alman-İsveç asil bir aileden geliyormuş. Chris'le olan ilişkisi bize göre oldukça farklı. Özellikle Türk anne-babaların çocuklarına değerli bir biblo muamelesi yaptığını düşündüğümüzde Chris'in ishal olduğunda çamaşırları ve sabunla dere kenarına bunları yıkamaya göndermesi oldukça ilginçti. Ayrıca yatma ve kalkma saatlerinde de oldukça katı olduğunu söyleyebiliriz. Uyuyan çocuğunun altından uyku tulumunu hızla çekip onu uyandırması, gece ağladığını duyduğunda yanına koşmaması bizim için oldukça sert davranışlar.  Tüm bunlara rağmen yine de Chris'in kendisine olan bağlılığının Chris için iyi olmayacağını düşünüp bu yolculuk sonrasında bunu değiştireceğini söylüyor."Kendisinin, bir başkası tarafından sevilip sevilmediğine dikkat eder gibi görünmüyor. O yalnızca benim tarafımdan sevilmek istiyor. Her şey göz önüne alındığında hiç de sağlıklı değil. Onun benden kopmasıyla sonuçlanacak uzun süreci başlatmak zamanıdır. Bu kopma elden geldiğince kolay olmalı, ama yapılmalı. Onu kendi ayaklarının üzerine bastırmanın zamanıdır. Ne denli çabuk olursa o denli iyi."

Yazar 200. Sayfada buraya kadar ürettiği düşüncelerin kısa bir özetini yapar. Bu yenilip-yutulması gerçekten zor kitapta bu kısımlar size dinleneceğiniz ve okuduklarınızı gözden geçireceğiniz vahalar yaratıyor.

"Bundan epey önce, bu garip yolculuğun başlarında, John ve Sylvia'nın, teknolojide cisimleşen gizemli bir öldürücü güçten kaçtıklarından ve onlar gibi daha pek çok kişinin olduğundan söz etmiştim. Bir süre de bazı kişilerin hem teknolojiyle uğraşıp hem de ondan nasıl uzak durduklarını anlatmıştım. Bu sorunun altında yatan neden onların konuya, nesnelerin hemen görünen yüzeyleriyle ilgili bir tür "modaya uygunluk boyutu"ndan bakmaları, benimse saklı biçimlerle ilgilenmemdi. John'ın tarzını romantik, kendiminkini ise klasik olarak adlandırmıştım. Onun bakışı, altmışlı yılların argosuna göre "uyanık", benimkisi ise "hamahlat"tı. Daha sonra, bu hamahlat dünyayı işleten şeyin ne olduğunu anlamak amacıyla içine girdik. Veriler, sınıflamalar, hiyerarşiler, neden-sonuç ilişkisi ve analiz tartışıldı ve bir yerde, çevremizdeki uçsuz bucaksız farkındalık arazisinden alınmış bir avuç kumdan, bilincine vardığımız dünyadan söz edildi. Bu bir avuç kumda uygulanan ve onu parçalara bölen bir ayırma işlemi anlattım. Klasik, hamahlat anlayış kum yığınlarıyla, tanelerin niteliğiyle ve aralarındaki farklar ve ilişkilerle ilgilidir. Phaedrus'un Niteliği tanımlamayı reddetmesi, bu benzetmeyi sürdürürsek, klasik kum eleyici anlayış kalıbının hükmünü kırıp klasik ile romantik dünyalar arasında bir ortak nokta bulma girişimiydi. Nitelik, yani uyanık ve hamahlat arasındaki ayrım terimi, böyle bir nokta olabilir gibi duruyordu. Romantik onu tek başına bırakır ve neyse o şekilde değerlendirirken klasik ise onu, başka amaçlar için, bir dizi entelektüel yapı bloğuna dönüştürürdü. Şimdi tanımlamanın ortadan kalkmasıyla klasik görüş onu romantiklerin gördüğü gibi, düşünce yapılarıyla çarpılmamış olarak görmek zorunda kalacaktı".

Tam bu noktada yazar kendi ile Phaedrus arasında bir karşılaştırma yapar. Aslında bunu romanın hemen başlarında Chris ile yaptığı bir konuşmada vermişti:

"Chris," diyorum, "bir zamanlar, tüm yaşamında hayalet aramaktan başka hiçbir şey yapmamış bir herif tanıyorum, sonuç tam bir zaman kaybı olmuştu. Haydi, uyu."

Hatamın çok geç farkına vardım.

"Buldu mu sonunda?"

"Evet. Buldu, Chris."

Chris'in, rüzgârı dinleyeceğini ve soru sormayı bırakacağını umut ediyorum hâlâ.

"Peki n'aptı onu?"

"Bir güzel dövdü."

"Ee, sonra?"

"Sonra, kendisi bir hayalet oldu."

 

Yaptığı karşılaştırmada Pirsig" Tüm bunlardan, bu klasik-romantik ayrımından çok büyük şeyler çıkartıyorum, ama Phaedrus öyle yapmamıştı. Bu iki dünya arasındaki farkların birleştirilmesiyle aslında pek ilgili değildi. O başka bir şeyin -hayaletlerin- peşindeydi. Bu hayaletin peşinde Niteliğin daha geniş anlamlarına doğru gittikçe, azar azar kendi sonuna doğru da gitti. Benim ondan farkım, böyle bir sona gitmeye niyetim olmamasında. O, bu arazinin içinden geçti ve onu keşfetti. Ben burada kalıp bir şeyler ekmek ve büyüyüp büyümeyeceğini görmek istiyorum." Diyor. Burada geçirdiği ağır ruhsal hastalıkla mücadele eden ve bir aklın mücadelesi var.

Sonrasında ise şu müthiş tespiti yapıyor. "Bence dünyayı uyanık ve hamahlat, klasik ve romantik, teknolojik ve hümanist olarak ikiye ayırabilecek bir terimin göndergesi, bu çizgiler boyunca ikiye ayrılmış dünyayı tek parça halinde birleştirebilecek bir şeydir. Gerçek Nitelik anlayışı Sistem'e hizmet etmez, hattâ onunla mücadele etmez, hattâ ondan kaçmaz. Gerçek Nitelik anlayışı Sistem'i yakalar, evcilleştirir ve kişinin kendisinin kullanması için çalıştırır, kişiyi de kendi iç yazgısını gerçekleştirmesi için özgür bırakır." Bu tespit yazara göre gerçekleştirdiği Chautauqua'nın birinci kristalleşme evresidir. Bu evre Phaedrus'un niteliğin akıl dışı oluşunu anlamasıyla başlamıştı.

Burada kristalleşmeden de sanırım bahsetmek gerekir. Pirsig çalışma hayatına Minnesota Üniversitesinde biyokimyager olarak başlamıştı. Romanın hemen başında bir kimya deneyinden ve kristalleşmenin nasıl meydana geldiğinden uzun uzun bahseder. Kısaca söylemek gerekirse ısıtılarak aşırı doyma noktası yükseltilmiş bir sıvı soğurken kristalleşebilmek için bir kristal tozuna veya dışarıdan ufak bir uyarana(sürtünme-dokunma) ihtiyaç duyarlar biçiminde özetlenebilir. Yazar bunu düşüncenin yüksek düzeylere ulaşmasının ardından bir sonuca varma anını anlatmak için bir metafor olarak kullanmaktadır.

Yazara göre yukarıdaki tespitten sonra artık ikinci kristalleşme dalgasına yani metafizik dalgaya  geçmenin zamanı gelmiştir. Bu dalgayı başlatan şey, kendisine hamahlat olduğu söylenen Bozeman'daki İngilizce Fakültesi'nin, Phaedrus'un Nitelik konusundaki çılgın gezinmelerine yanıt olarak yönelttiği mantıklı bir soruydu: "Sizin bu tanımlanamaz 'nitelik'iniz, gördüğünüz şeylerde var mı?" Phaedrus bu soruyu iki keskin boynuzu olan bir boğa mecazıyla, dilemmasıyla(ikilem) açıklar. Nitelik'in öznel olduğunu söylerse boğanın bir boynuzuna takılacak nitelik nesnede derse diğerine. Phaedrus cevabı akılcı yöntemlerle vermeye çalışır çünkü "Akıl Kilisesi, yalnızca tanımlanabilen şeylerle ilgilenir ve birisi mistik olmak istiyorsa onun yeri manastırdır, üniversite değil. Üniversiteler, her şeyin tüm ayrıntılarıyla açıklanması gereken yerlerdir."

Pirsig Phaedrus'un bu çabasını biraz egoist ve kendin mantık ve diyalektik ustası olarak görmesinden kaynaklandığı tespitini yapıp şöyle değerlendiriyor:"Şimdi anlıyorum ki bu egoizm eğilimi tüm belalarının başlangıcı olmuştu."

Phaedrus bilimsel kavramların üzerine gitti; teker teker hepsinin, öznel değerlendirmeler olmaksızın bağımsız olarak var olamayacaklarını gösterdi. Nitelik nesnel değildir, dedi. Maddesel dünyada yoktu. Nitelik öznel değildir dedi. Yalnızca insanların kafasında değildi. Nitelik, ne düşüncenin ne de maddenin bir parçası değildi dedi. O, ikisinden de ayrı, üçüncü bir kendilikti.

"Bazen Nitelik duygusunun hiçbir nesne olmaksızın ortaya çıktığına dikkat etti. Onu ilk önce, Niteliğin belki de tümüyle öznel olabileceğini düşünmeye iten buydu. Ama öznel zevk onun Nitelikle kastettiği şey de değildi. Nitelik öznelliği azaltıyordu. Nitelik sizi kendinizden dışarı çıkarıyor, çevrenizdeki dünyanın farkında olmanızı sağlıyordu. Nitelik, öznelliğe karşıydı. Hangi düşüncelerden geçip de bu düşünceye geldi, bilmiyorum, ama sonunda Niteliğin özneyle ya da nesneyle, bağımsız olarak ilişkili olamayacağını, yalnızca, bu ikisinin birbiriyle olan ilişkisinde bulunabileceğini gördü. Bu, özneyle nesnenin buluştuğu noktaydı. Bu, heyecan vericiydi. Nitelik bir şey değildi, bir olaydı. Daha da heyecan verici. Nitelik, öznenin, nesnenin farkına vardığı olaydı. Ve nesne olmadan özne olamayacağından -çünkü, öznenin, kendisinin farkında olmasını nesneler sağlar- Nitelik öznelerin de nesnelerin de farkına varılmasını olanaklı kılan olaydı. Çok heyecan verici. Artık sona gelmekte olduğunu biliyordu. Bu demektir ki, Nitelik yalnızca, özneyle nesnenin çatışmasının sonucu değildir. Özne ve nesnenin varoluşu tümüyle Nitelik olayından kaynaklanmaktadır. Nitelik olayı, Niteliğin nedeni olduğu sanılan özne ve nesnenin nedenidir!

Şimdi tüm o belalı dilemmayı gırtlağından yakalamıştı. Dilemma hep bu aşağılık varsayımı, mantıksal bir gerekçesi olmayan, Niteliğin özne ve nesnenin sonucu olduğu varsayımını içinde barındırmıştı. Bu yanlıştı! Bıçağını çıkardı. "Nitelik güneşi," diye yazdı, "bizim varoluşumuzun özne ve nesneleri çevresinde dönmez. Onları yalnızca edilgin bir tarzda aydınlatmaz. Onlara hiçbir biçimde tabi değildir. O, onları yaratmıştır. Onlar ona tabidir!" Ve bunu yazdığı o anda, uzun zamandır bilmeden ulaşmaya çabaladığı bir tür düşünce doruğuna varmış olduğunu anladı"."

Vardığı bu nokta aynı zamanda Pirsig'in Chris'le birlikte dağın zirvesine vardığı noktadır. Yukarıdaki cümlelerin hemen ardından Chris: ""Gökyüzü!" diye bağırır. Yazar zirveye vardığında bir gece önce uykusunda Chris'e ""Seninle dağın tepesinde buluşacağız." Dediğini hatırlar.  Phaedrus'un izinden yürüyüp dağın zirvesine çıkıp, düşünce dünyasının sınırlarını zorlayan Pirsig Phaedrus'la yeniden karşılaşma endişesine kapılır. Bunu Chris'e ifade ediş biçimi harikadır:

"Diyorum ki "Sen şimdi bu dağlara bakıyorsun, durağan ve uysal görünüyorlar, oysa sürekli değişiyorlar ve bu değişimler her zaman uysalca olmuyor. Şu anda altımızda, ötemizde, tüm bu dağı ortadan ikiye ayıracak güçler var."

"Yaparlar mı?"

"Neyi?"

"Tüm bu dağı ortadan ikiye ayırmayı?"

"Evet," diyorum."

DEVAMI...

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 17.01.2014 - Güncelleme: 01.05.2020 23:54 - Görüntülenme: 2237
  Beğen | 7  kişi beğendi